Yanılgı

soluk almak değilmiş yaşamak
bakmak; görmek değilmiş
gidişinle anladım
... gittin...
utangaç ceylanlar gibi
yıldızlar arasından
yıldız gibi kayarak
betonda kan kırmızı açan çiçekleri
ve bir romansın hüznünü
dudaklarıma takarak
geri dönüşsüz vedanın yaralarını
otadığım baldıran acısıyla
kuşatsa da yıldızların şavkı
ve penceremin dışındaki sarı sarmaşığı
ve ürkütmeden kumruları
sessizce ilişirsin sevdamın sokağına
gündüz kalabalıklarında kaybolur gülüşün
karanlığın dilsizliğinde bir gri hüzün
bir çift kumru macerası
akar gözlerimden sessiz çağıltılarla
deli poyraz sağanağı
büyük aldatmacasında dönüşünün
durup kendimi kandırırım
çünkü;
ben hala
kahretsin.. ben hala
ikimizin bir damarda aktığını sanırım
bir ruh göçünde
bilincini yitirmiş dokunuşlarla
vikayesinde avuçlarımın
okşarım saçlarını incitmeksizin
ve kulağına fısıldadığım
kekeme düşmanı adımla
“seviyorum ulan... seviyorum!” diye
yankısız uçurumlara
savururum bağırtılarımı
yanaklarına dokunur
terine hasret dudaklarım
toprak kokusu genzimi yakar
ve bir fok soluğu yıkanır
gecenin şebneminde
gözlerim gölgeni arar;
gölgen, ayaklarının izini
köpüklü sular kuşatır Marmara’yı
..şarap damarlarımı
suya sevdam düşer;
bir de yolcusuz gemilerin gölgesi
Şirket-i Hayriyye vapurları
bir martı çığlığı
bir lüfer ağıtı
sensizliğime el eder
yürürüm,
gözlerinin hüzzam sokaklarında
işte;
şimdi
burada
sevdam
kan tadında gözyaşıdır artık
yolunu yitiren;
yüzünün kumral sıcaklığında
bilirim;
dar vakitlere elvedalar sığmaz
tutamam kendimi
ağlarım
gülüşüne karışır gözyaşlarım
bir de yarım ağız vedana
bir yaman dilemma
bukağı acısı
bir hoyrat diz çöküş
bir kabulsüz dua
duyuramam sesimi
bilirim...
“..gitme...”
“..ne olur gitme...”
(.............)
yakarımı ardına takarım
gecenin ıssızlığında
yankılanan ayak sesine
ayışığının gizlediği gölgene
çaresizce bakışlarımı asarım
çünkü;
... kahretsin...
ben, ben hala kendimi kandırırım
ikimizin bir gözden baktığını sanırım
şimdi;
gidişinin ardından
gözlerimi kullanıyorum
... o, çocuk bakışlarımın kuşattığı
gözlerimi;
çatılmış kaşlarımın altında
bir de sitemin urbasına sarınmış
kırılgan sözlerimi
yağmalanmış sevda bahçemin
tam ortasında
damarlarıma saldıran şarabı
ve bunca yükü
sarsılarak taşıyan hayatı
darmadağın
vurdumduymaz zamanları
antegorik sorguları
ve yazıcıların çatışmacı hükmünü
bir asi şiirin öfkesinde yaşarım
... ne söylesem
hangi türküyü söylesem, hangi dilde?
hangi renge soyunsam, ha?
hangi zamanı öpsem
hangi şiiri
kim duyar yüreğimi,dağılsam hüznünle?
mavi sürgün bir akşamda
bıraktım sarhoşluğumu
yaz’dı
artık ağlasam
bir damla yaş akmazdı
gidişinle yangın yeri
gidişinle sevda ateşi
yansam;
hepsi bir tutam kül olmazdı
artık
dönmesiz gidişlerini şiirlere bıraktım
yüzümü;
gecenin aynalaştırdığı vitrinlerin
camlarına
gidişin;
ah o gidişin
seni bir çoban kavalının
yıldızlara dokunan ağıtında ararım
bir dağ ateşinin kıvılcımında
gez-göz-arpacıklı bir yol ayrımında
el sallarım;
“hoşçakal sevdam” türkülü
bir mendil
bir soluk
sıcak demir
bir kızıl sessizlik;
oysa
oysa ben
... kahretsin...
ben hala
ikimizin bir yürekte çarptığını sanırım
Gürkal Gençay
İstanbul, 07-01-2001